Hey Amigo!
Hey Amigo! - Atilla ÖZEL (10.09.2006)
“Oturup dersini çalışsana. Ne maçıymış bu her hafta, amigo mu olacaksın?”
Bu soruya karşılık, “Evet, tam üstüne bastın amigo olacağım” diyemedim babama hiçbir zaman. Olmak istemediğimden değil ama. Beceremeyeceğimden korktuğum için…
Tribündeki binlerce gözün üstünde olması…Tel örgülerin tepesinde, daracık bir yerde hiç önüne bakmadan bir sağa bir sola koşmak… Hem de dengeni kaybetmeden, düşmeden.
Tek bir hareketinle gözü ve kulağı sende olan o kadar insanı bir ağızdan bağırtabilmek...
Az şey midir?
Hangi çocuk istemezdi ki?
Fakat
yaşıtlarımız, yani aklı okulunda-dersinde olan normal yaşıtlarımız “Doktor olacağım”, “Polis olacağım”, “Mühendis olacağım” diye tutturduklarından, cesaret edip söyleyemez,
“Oğlum etrafına bir baksana. Yığınla doktor, sürüyle avukat var.
Onun için ben
amigo olacağım. Amigo, her statta en fazla üç tane” diyemezdik…
Futbol’un sadece futbol olmadığını bilmediğimiz günlerdi.
Taraftarlık, iki haftada bir sahamızdaki maça gidip bir tutam alkış, üç beş küfür arası söylenen şarkılardan ibaretti…
Bizim yıllar sonra erişeceğimiz mertebeye daha o günlerden ulaşıp, toplumun gözünde “deli” payesini almış olan amigoları hatırlar mısınız?
Takımın renklerinden başka renk tanımazlardı. Sarı pantolon- kırmızı kazak,
beyaz eşofman altı- mavi tişört
falan giyerler, sadece maç günleri değil haftanın yedi günü öyle dolaşırlardı.
Biz de o zamanlar az gülmedik içimizden “Adamlara bak. Futbolla kafayı yemişler. İnsan böyle giyinip dışarı çıkar mı? diye..
Hatta, “Kıro lan bunlar” bile demedik mi? Dedik, dedik..
Ne bilelim, otuz yaşından sonra her sene değişen kreasyonlarıyla çeşit çeşit formaya, eşofmana dünyanın parasını verip işe bile öyle gideceğimizi...
Ama onlar efendi adamlarmış. Yıllar sonra bütün futbol hastaları her yerde formalarla dolaşmaya başlayınca, ağızlarını açıp, “Geldiniz mi dediğimize?” demediler…
Daha ortalıkta kulüplerin açtığı dükkanlar filan da yoktu tabii. Annelerimizi kandırıp pazardan eğreti bir forma aldırabilirsek mutlu olurduk. Satıcıya “Arkadaş, madem iyi
kötü
sarı- kırmızı bir forma yapmışsın. Dikişlerini ne halt etmeye alakasız bir renk iplikle ( siyah, mavi, beyaz) attın?” demek aklımıza bile gelmezdi...
Başımıza da bir şapka geçirince maç kıyafetimiz hazırdı. Şapkalar da şapkaydı ama. Şimdi boyacıların giydiği şapkaları düşünün. Plastik siperlikli, arkadan lastikli olanlar var ya. Hah, onlardan işte..
Ama ne plastiği, ne kumaşı ne de lastiği bir şeye benzerdi. Para verip de mi alırdık, birileri mi dağıtırdı hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım, hiçbir zaman kafama oturmadıkları. Ayşecik gibi dolaşırdım ortalıkta. Elbette kafam şekilsiz olduğundan değil!!! Mallar kalitesizdi...
Bir de enine kalın çizgili takkeler vardı ki tam evlere şenlik.
Tepesi ponponlu. Ponpon dediğim iki renk ipliğin artan parçalarından bir yumak.
Takkenin üstündeki sarı ve kırmızı çizgilerin birbirlerine eşit olduklarını hiç görmedim. İlla ki birisini daha kalın diğerini biraz daha ince örerlerdi.
Zaten derdimiz simetri de değildi. O iki rengi başının üstünde taşıyor musun? Taşıyorsun. Bitti…
Takke giymenin raconu kafana sonuna kadar geçirmemek..Yarısına kadar çekeceksin, diğer yarısı boşta kalacak. Polisten kaçarken, rakip taraftarları kovalarken ibik gibi sallanacak. Horozduk ya. Onun için...
Neyse, şapkayı da giydikten sonra tribünde kahramanlarımızın, orkestra şeflerimizin arkasında yerimizi almaya hazır hale gelirdik. Her tribünün ayrı bir amigosu vardı. Ama grup halinde değil. Tek başına. Tribünün iyice dolmasını bekleyip, sahneye çıkan sanatçılar gibi alkışlar arasında yerlerini alırlardı...
Gülen çarpılır…
İtiraf ediyorum; Önce “Biraz gaza getirelim de gülelim” maksadıyla aşırı bir alkışla karşılardık kendilerini. Ama sonra maçın geriliminden mi desem, tribünün havasından mı desem adamlar büyürler büyürler ve dev gibi olurlardı gözümüzde.
“Bana bakın lan. Bir daha Amigo Ali abiye gülen var ya çarpılır ha” diyerek uyarırdık birbirimizi. Bir dahaki maça kadar hiç gülmezdik Ali abiye.
Maç günlerinin programı önce genç takımların mücadelesi ile başlardı. Seksen dakika boyunca hem takımımızın gelecekteki yıldızlarını izler hem de futbol kültürünün vazgeçilmezleri olan, “Her şeyi bilen adamları” dinleyerek görgümüzü bilgimizi arttırırdık:
“İkinci amatör kümede bir çocuk var. Yolspor’da sol açık. Müthiş bir oğlan”, “DSİ’nin genç takımındaki libero Zeki’yi gördün mü? Kesin beş sene sonra üç büyüklerde”. Böyle böyle konuşurlardı…
Bir insan bilmem kaç tane amatör ligi genç takımlarına varıncaya dek nasıl izler? Nasıl aklında tutar? Artık uyduruyorlar mıydı yoksa hepsi keşfedilmemiş birer dahi miydi? Hala düşünürüm. Tıpkı
libero Zekilerin, sol açık İhsanların üç büyüklere giden yolun neresinde soluksuz kalıp, düştüklerini düşündüğüm gibi…
Gençlerin maçının bitimiyle gösteri zamanı başlardı. Bütün stadın alkışları arasında sahaya kim çıkardı? Evet, “ Gol Adamlar”...
Baştan aşağı takım renklerine bürünmüş, delilerin en delisi bir hışım koşarak sahaya dalar, alkışlara tek tek cevap verir ve törenine başlamak üzere santradaki yerini alırdı. Önce santra noktasında atılan bir takla. Sonra büyük bir uğultu eşliğinde rakibe ait olduğunu tahmin ettiğim kaleye doğru müthiş bir depar. Ceza sahasına giriş ve adamımız yerde. Veee, tabii ki penaltı. Gerçi bu penaltılar bana hiçbir zaman inandırıcı gelmemiştir. Yani Erman Toroğlu’nun tabiriyle “Penaltı gibi penaltı” değillerdi... Ama hakem kararını vermiş bulunurdu bir kere! Gol adam biraz açılır, koşar koşar penaltı noktasında bir takla, kale çizgisi üzerinde bir tane daha ve ... Abi’nin
ağlara yapışmasıyla kombine hareketlerin son noktası...
Bütün stad ayakta çılgın gibi bağırırdık: GOOOLLLL…Senelerce izledim. Adam bir kere bile penaltı kaçırmadı. Şey, ben
gol adam olmaya da heveslenmiştim bir ara. Ama takla atamıyordum maalesef.
Evet, o deliydi. Tribünde bütün gücümüzle gol sevinci yaşayan bizler ise “Akıllı”
Maçın başlamasına kısa bir süre kala tezahurat faslına geçerdik.
Üçlü ile başlanırdı. Ama bugünkü gibi değil. Üç alkış şak şak şak
bitti gitti değil. Bütün vuruşları eksiksiz ve ufak tefek birkaç fire dışında bütün tribün tarafından doğru bir şekilde yapılan harbi üçlü...
Eğitim hayatımız boyunca, kırk kişilik sınıfta dahi hiçbir şarkıyı bir ağızdan söyleyemeyen bir millet olarak tribünde binlerce insanla sağladığımız bu kulak ve ritim bütünlüğü
de ayrı bir
muammadır. Ve de
araştırma konusudur.
Özel bir sebeple maçtan önce saygı duruşu yapılırsa, açık tribünden birisi mutlaka duruş sırasında konuk oyunculardan birine kafayı takardı. Neymiş, topçu kardeşimiz esas duruşunu
bozarak saçını düzeltmiş.Veya burnuyla oynamış... Hele bir de maç Anadolu’da ise ve misafir ekip üç büyüklerden birisi ise vay haline. Bir kişinin başlattığı
“Şımarık
..bneler!” bağırtısı anında bütün stada yayılır ve saygı duruşu hakemin düdüğünü beklemeden erkenden biterdi...
Maçın başlaması amigolar arası rekabetin de başlaması demekti. İki takımın taraftarları arasında olandan bahsetmiyorum. O
zaten var da, ayrıca açık
ve kapalı tribünler arasında kimin daha çok sesi çıkacak mücadelesi yaşanırdı. Aslına bakarsanız, bu yarış karşılıklı iki tribünün
amigoları dışında kimseyi çok fazla ilgilendirmezdi ama sevgili şefimiz, “Arkadaşlar. Açık kadar olamadık. Bakın nasıl bağırıyor adamlar. Ayıp değil mi? Yarın nasıl bakacağız insanların yüzüne” dedikçe, “Boş ver be aga. Dön maçını seyret. Keyfine bak. Bırak onlar bağırsın. Rahat mı battı?” cevabını veremezdik. Ve diğer tribünden daha çok bağırmaya çalışırdık. “En iyi tribün biz olacağız” diye…
Şimdi bir insan evladı çıkıp, “Be birader sen hiç okul hayatın boyunca,en yüksek notu ben almalıyım dedin mi?” sorusunu sorsa;
Cevabım: Hayır…
Peki, “En iyi işe ben girmeliyim” şeklinde hırs yaptın mı?
Tövbe, yapmadım…
“En çok parayı ben kazanmalıyım” düşüncesinde oldun mu?
Buna da hayır...
Eeeee?
Ama tribün’ün havası farklıdır yahu.Yaşamayan solumayan bilmez. Nasıl herkesin takımı kendisi için en büyük ise, tribünü de öyle yapmak, en azından öyle hissetmek zorundadır taraftar.
Yapar veya yapamaz, ayrı mesele. Ama uğraşır, hacca gitmek için yola çıkan karınca misali…
10 Eylül 2006 Pazar
|