Karakolda ayna var!
KARAKOLDA AYNA VAR! Atilla Özel (Galatasaray Dergisi / Nisan 2004)
Galatasaray Dergisi’nin Mart sayısına ihtiyacı olan var mıdır acaba? Bende fazladan 14 tane var. Piyasada bulamayan filan olduysa aynı fiyattan vereyim diyorum. Gerçi çok satılmış olabileceğini de düşünmüyorum ama... Benim yazıyı basmamışlar. Açık açık da söylemiyorlar, “Senin ismin derginin önüne geçti” diye. Yok efendim sistemlerinde arıza varmış. Yok, yazı ellerine geçmemişmiş. Bir sürü bahane. Diğer yazarların da okunması için bu seferlik yayınlamıyoruz deseler, eyvallah der geçerim. Sanki ben o kadar çiğ insanım. Bir yandan da iyi oldu aslında. Şimdi göreceğiz satış rakamlarını. Dergiye gelecek protesto mesajlarıyla nasıl başa çıkacaklar bakalım. Internet server’ı çöker diye tahmin ediyorum. Sadece benim yirmiye yakın kullanıcı adım var. Kardeşleriminkini, arkadaşları hiç saymıyorum. Mail yağacak mail... Bunlar pişman olacak tabii. Ama bu sefer de ben, yazmıyorum diyeceğim. İnsanların gururuyla oynamak o kadar ucuz değil. Ben onurum için yaşıyorum. Bir de elimde patlayan dergileri satabilsem... Daha ne isterim…
Haydaa. Dergi’nin yayın yönetmeni arıyor. Mehmet Şenol.. Paçaları tutuşmuş galiba. Bir daha yazmayacağımı anladı herhalde. Yoksa kardeşim benim günlüğü okuyup haber mi verdi?
“Arayıp, Atilla’nın gönlünü alın” gibi bir şeyler söylemiş olabilir. Ne zamandır kuşkulanıyorum zaten günlüğümü karıştırdığından. Neyse, bu seferlik iyi yapmış. Şimdi bin tane özür dinleyeceğim. Ama yok, yazmayacağım artık. Kararım kesin...
Özür filan dilemedi… Kadıköy’deki Fenerbahçe - Galatasaray maçına gider miymişim? Elinde fazla bilet varmış. Şansa bak. Millet verilen 2000 biletten birini alabilmek için birbirini eziyor. Bilet benim ayağıma geldi. Ama hemen yumuşamam. Kalbim çok kırıldı bir kere… Üstelik Fener bize numaralı tribünden yer veriyor, dünyanın parasıdır şimdi. Çok paragöz imajı vermeden fiyatını bir sorayım bakalım. Hani taraftarın problemleri ile ilgileniyormuş gibi. Benim için sorun değil ama herkes nasıl verecek bu parayı muhabbeti yaparım. Sonra da gelmiyorum derim...
Beleşmiş beleeş….
Yani bana vereceği bilet için para istemiyormuş!...
Ya, aslında ben insanlarla çok fazla küs kalabilen birisi değilim. Hemen affediyorum. Yazıyı dergiye koymadıysa koymadı. Bir bildiği vardır elbette. Bu manasız dargınlığı daha fazla uzatmaya gerek yok. Gidiyorum. Kadıköy’e deplasmana gidiyorum, hem de bedava...
Kendi imkanımla gitmem…
Saat 12’de Ali Sami Yen’in yanındaki GS Çadır’da buluşacağız. Yemek ısmarlar mı acaba? Bir şey yemeden gel filan demedi ama yine de ben aç gideyim. Koca yönetmenin yemek teklifini geri çevirmek ayıp olur...
Stadın etrafı ana baba günü, çadırın içi de öyle. Gözünün içine bakıyorum ama anlamamazlıktan geliyor. Ya da onun gerçekten karnı tok. Yoksa o da benden mi bekliyor? Dur şuna bir zarf atayım; “Ağbi, bir şey yer misin?”
Yemezmiş ama soğuk bir kola içebilirmiş… Tabii canım, içersin.. Ama ben kendim arandım. Çık dışarı, al bir simit ye. Ne soruyorsun ona buna? Tam kolayı alacakken dışarıdan “Otobüsler gidiyor” haberi geldi, apar topar çıktık. Şimdi kafayı takar mı acaba, “Bir kola almadı cimri” diye?
Hay Allah, ne yapsam? Elimde yarısını içtiğim su şişesi var. Onu uzatayım bari.. Aha almadı, bir de ters ters baktı. Kesin sinirlendi. Ya bilet parasını isterse?
Buyrun bakalım, bütün otobüsler gitti. Biz kaldık iyi mi? Neymiş, beyefendi ağır abi ya, koşup otobüs sırasına giremezmiş. Polisler de, “Herkes kendi imkanlarıyla gitsin” deyip çekildiler.
Yok arkadaş, derginin imkanlarıyla gidersem giderim. Bir de taksi parası mı vereceğiz şimdi?… Gitmem, dergiye de yazmam olur biter…
Aha, üç tane yeni otobüs geldi ama ortalıkta polis yok. Yola çıktık ama nasıl olacak bu iş bilmiyorum. Belediye otobüsünün şoförü hangi yoldan gideceğini bize soruyor. Bizim taraftarlar da, “Önce Bağdat caddesinde bir tur atalım, sonra Saraçoğlu maraton tribünün önünden geçip öyle gidelim” diye ona güzergahı tarif ediyorlar. Bu yolculuğun sonu pek hayırlı gözükmüyor ama dur bakalım. Olmazsa kırmızı ışıkta ya da trafik sıkıştığında filan atlayıp kaçarım. Bileti de karaborsada filan satabilirsem, gidip televizyondan izlerim maçı.
Tüh, kaçamadan boğaz köprüsüne girdik. Her taraftan sarı lacivert bayraklı arabalar geçiyor. Otobüste polis var zannederek bir de hareket yapıyorlar yanımızdan geçerken. Nasıl olsa inemeyiz diyerek... Köprü gişelerinde beklerken, otoban kabadayılarından bir araba yanımızda durdu. İçinde dört kişi. Sanki biraz önce trafik akarken çok cesur olan arkadaşlar onlar değilmiş gibi hepsi beraber önlerine bakıyorlar. Biz de otobüsün içinde çok eğleniyoruz.
Eğleniyoruz da bu işin bir de stadın orası var. Üç otobüs dolusu taraftar, polis tedbiri olmadan kendi kendimize maça gidiyoruz. Karşı taraf da bir hayli kalabalıktır haliyle. Kıyamet kopacak valla. Şu otobüsten bir kaçamadım ya zamanında. Yuh olsun bana... Köprü çıkışındaki trafik polisleri bizi fark edip durdurdular. Ekipler gelip tedbir alacakmış, ondan sonra hareket edecekmişiz. Fenerlileri Allah korudu. Çok kötü dağıtacaktık Kadıköy’ü. Bir yandan da sevindim ama korktuğumdan değil, yanımızda hanımlar var onun için.
İlk giden otobüslerdeki arkadaşlar stada girmişler. Üstelik Fener tribününün liderleri bizimkilere çiçek filan vermişler. İyi bari. Dostluk rüzgarları esiyorsa saldırı olmayacak demektir…
Saraçoğlu’na yaklaştıkça bize de çiçek atmaya başladılar. Ama inceliklerinden , “Ya çiçekler otobüse kadar yetişmezse” deyip taşlara bağlayıp atıyorlar. Canlarım benim yaa... Ama otobüslerin camları ne anlasın incelikten, insanlıktan. Çiçek bağlı taşlar çarptıkça kırılıyorlar. Bir tarafımızı kesmeden bir varabilsek ineceğimiz yere...
Yazara saygı!
Oh be! Sonunda geldik. Millet sanki kovalayan varmış gibi koşa koşa inip tribün kapısına bir an önce varmaya çalışıyor. Koskoca köşe yazarı biraz ağır olacak. Kapıları kapatacak halleri yok ya. Beş dakika geç girerim ama çocuk gibi koştu dedirtmem kendime.
Bir inişim vardı ki otobüsten, görenler sanki Real Madrid İstanbul’a gelmiş de Beckham otobüsten iniyor sanmışlardır. Tam en son adımımı aşağı attım ki kulağında kulaklık olan genç bir komiser kolumdan tuttu ve “Tamam, bu işte” dedi. Koruma altına alacaklar galiba ...
Onlar beni de maçlara polis eşliği olmadan gidemeyen yazarlardan sandılar herhalde. Ne gerek var böyle şeylere? Ben taraftarla beraber izlemek istiyorum maçı. Şimdi protokole götürecekler, vali beyle filan tadı çıkmayacak. Tabii polis, benim iyiliğimi düşünüyor. Onları da kırmadan ayrıcalıklı muamele istemediğimi anlatıp içeri gireyim bari. Ama bir fikir adamına, bir yazara gösterilen ilgiden çok duygulandım doğrusu. Gözlerim doldu, sesim titredi;
“Memur bey, tamam görevinizi yapıyorsunuz ama gerçekten gerek yok. Ben içinden çıktığım halkımla beraber izleyebilirim maçı. İlginize teşekkür ederim”
Beni basın ya da protokol tribününe götürmeyeceklerinden ilk olarak polisin, “Ağlamadan konuş lan” demesinden sonra kuşkulandım. Bu sırada yanıma başka taraftarları da getirdiler, beş kişi olduk. Etrafımızda bir polis çemberi, onların hemen dışında da TV kameralarının çemberi. Hepsi bizi çekiyor. Ya ben tahminimden daha ünlüyüm ya da bundan sonra olacağım; “futbol teröristi” sıfatıyla... Komiser kameraların yeteri kadar görüntü aldığına kanaat getirince bizi bir çevik kuvvet midibüsüne doğru götürmeye başladılar. Ümraniye İlçe Emniyet Müdürlüğüne gittiğimizi öğrenince sebebini sordum. Merak işte...
Avukatım gelince öğrenirmişim. Ümraniye’nin önünde yarım saat kadar bekledik ama içeri giremedik. Nezaretler doluymuş. Bugün benim şansım yok işte, belli bir şey.. Stada da giremedim buraya da… Artık bırakırlar herhalde, hazır içeride de yer yokmuş. Başkomiserin, “Bunları Dudullu’ya götürün” diyen sesini duymam ile cep telefonundan yayın yönetmenini aramam aynı anda oldu;
“Abi, beni emniyete götürüyorlar”…
Merak etmeme gerek yokmuş, alt tarafı basit bir gözaltıymış. En kötü ihtimal maçtan sonra bırakırlarmış.
İyi, çok rahatladım… Ben de müebbet yerim zannediyordum. Artık yapılabilecek en iyi şey polis memurlarıyla iyi ilişkiler kurmak;
“Şey, memur bey ben ne yaptım acaba?”
Ama onların benim gibi azılı bir suçluyla iyi geçinmek gibi bir kaygısı yok elbette;
“Tabi tabi.. Hiçbir şey yapmadın sen.. Siz hiçbir zaman bir şey yapmazsınız zaten”
Ben bile şüphelenmeye başladım kendimden. Diğer polise döndüm;
“Ama gerçekten suçsuzum”
Suçluymuşum meğer… Televizyondan izlemek varken maça neden gelmişim efendim…
Maç da neymiş?
“Maç kötü bir şey” dedi polis. Ben de “evet” dedim haliyle. Başımı da öne arkaya salladım…
Ne o öyle 22 tane adam bir topun peşinden koşuyor, biz de onları seyredeceğiz diye saatlerce soğukta bekliyoruz. Ben ikna oldum şahsen. Hayırlısıyla şuradan kurtulayım da bir daha gitmem maça filan…
Dudullu’ya geldik. Karakol şirin bir bina, genişçe bir bahçesi var. Bizimkinin dışında bir polis ve bir belediye otobüsü daha var taraftarlarla dolu. Tribünün yarısı burada anlaşılan…
Karnım aç, sigara içemiyorum, cebimde maç bileti duruyor. Şimdi delirmezsem bir daha hiç delirmem. Sıraya girip, kemerlerimizi, ayakkabı bağcıklarımızı, saatlerimizi çıkardık bekliyoruz. İfade verme sırası bana geldikçe daha arkaya kaçma sebebim, nezarete girmekten çekiniyor olmam değil, telefonla yardım istediğim avukat kardeşimin her an gelebilme ihtimali…
Bir kere zabıtlara adın geçtikten, sabıka kaydın için istekte bulunulduktan sonra çıkman daha zor olur. Tecrübe ile sabittir. Artık önümde kimse ve dolayısıyla kaçacak yerim kalmamıştı ki birader geldi. Bu çocuğu gördüğüme hayatım boyunca bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum.
Gerçi kendisini gördüm diye sevindiğimi de hiç hatırlamıyorum ama beni çıkartabilirse bundan sonra hep sevinirim.. Söz...
Çıkarttı nitekim… Haklı olarak bir teşekkür filan bekliyordu galiba. Ama ben, “Haydi şimdi de Saraçoğlu’na götürüp, beni içeri sok bakalım. Nasıl avukatsın anlayalım” deyince biraz bozuldu. Çok da üsteleyemedim hem daha karakolun kapısındaydık, beni hemen geri teslim edebilirdi. Hem de maça yarım saat kalmıştı. Kendimizi bir yere atıp maçı televizyondan izledik. Bedava maç biletim duruyor. Gelecek sene satabilirim belki...
18 Eylül 2006 Pazartesi
|